Eski adı “Proti” olan Kınalıada, Prens Adaları arasında İstanbul’a en yakın olanı. Ada yaz aylarında denize girmek isteyenlerle dolup taşıyor ama sonbaharda da keyfi bir başka.
Eski adı “Proti” olan Kınalıada, Prens Adaları arasında İstanbul’a en yakın olanı. Ada yaz aylarında denize girmek isteyenlerle dolup taşıyor ama sonbaharda da keyfi bir başka.
ASLI DİDARİ asli.didari@ensonhaber.com
Eminönü’nden Adalar vapuruna biniyoruz. Yaz bittiği halde hem vapurun kalktığı iskele hem de vapur hıncahınç dolu. Arap turistler, yerli turistler, satıcılar, müzisyenler ve biz. Vapur önce Kadıköy’e uğruyor. Kınalıada ise 2’nci durakta.
İskeleye yanaşmadan önce adayı bir boydan bir boya görüyoruz. Sıra sıra evler, arkaya doğru uzanıyor. Adalar içinde en az yeşili olan yer burası.
Sadece yüksek noktalarda yeşil bir manzara var. Buralar Çınar, Teşvikiye ve Manastır tepeleri. Sahilde ise yazdan kalma şezlonglar dizili.
Buraya hava sıcakken denize girmek için gelen biri olarak iki farklı mevsimde de albenisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Kayaları bol bir ada burası. Bizans zamanında kemerleri yapmak için adadan taş getirtildiği biliniyor.
Hatta kıyısı taşlı olduğu için hayatımda ilk kez burada denize girebilmek için deniz terliği almışlığım da var. Ama bu kıyılarda denize girmenin tadı doyumsuz. Çünkü suyu her daim temiz ve hafif dalgalı. Çok sıcaklarda kıyısında güneşlenmek de bu haliyle hiç bunaltıcı değil.
Bizans döneminde ada sürgünlerinin burada gönderildiği bilinir. Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in Kınalıada’ya sürgün edilmesi adanın tarihçesinde önemli bir not olarak durur. Araştırmalarda Diyojen’in 1072 Haziran’ında gözlerine mil çekilerek Kınalıada’daki bir manastıra gönderildiği yazar.
Kınalıada’da evlerin sayısı diğer adalardakine göre daha az. Ve yeni ev yapmaya da izin yok. Bunun nedeni adanın zaten küçük olması.
Ayrıca suyun ve elektriğin adaya çok geç gelmesi buranın bir yerleşim yeri olmasını ertelemiş. Mesela adaya elektrik 1946’da gelmiş.
Adanın ilk sakinleri Ermeni vatandaşlar oldu. Adaya vapur seferi 1846’da yapılmaya başlayınca Türkler ve Rumlar da adaya yavaş yavaş yerleşmeye başladı.
Kınalıada’nın çok güvenli bir sahili var. Deniz kıyısında, tüm kıyıyı boydan boya gören bir polis karakolunun bulunması denize girenler açısından burayı iki kat güvenli kılıyor. Adanın müdavimleri olan insanlar bu avantajı biliyor ve yaşıyorlar.
Buraya vapurun dışında deniz otobüsü ve motorlarla da gelmek mümkün. Adanın içinde daha çok bisiklet ve kasalı küçük araçlar kullanılıyor. Denizde de motor ve kayıklar işliyor. Ve burada hiç fayton kullanılmıyor.
Kınalıada’ya yazın gidenler ya merkezinde kalırlar ya da taşlı bir denize girmemek ve gözden uzak olmak için iskeleden motorlara binerek Kumlu Plaj’a giderler.
Şimdi gelelim bize. Vapur iskeleye yanaştığında iniyoruz ve adanın meydanına çıkıyoruz. Burada eski ve ünlü iki pastane hemen gözümüze çarpıyor.
Seçimimizi iskeleye sırtımızı verdiğimizde sola doğru yürümekten yana kullanıyoruz.
Adanın rüzgarlı havası insana farlı bir enerji veriyor. Mevsime inat epedeki güneş içimizi ısıtıyor. Adanın temiz havası ise hepsinden güzel geliyor.
Bu tarafta evlerin mimarileri göz alıcı ama bakımsızlar. Evlerin giriş kapılarını çevreleyen çiçekler solmaya yüz tutmuş olsalar da güzel görülüyorlar.
Rüzgarlı bir tepede oturup, zihnimizi dinlendirme vakti. Pırıl pırıl bir denize karşı öylece oturmak. Bunu sık sık yapmak imkanı olmayanlar için bulunmaz bir fırsat.
Denize giren olmadığı için şezlonglar toparlanmış, mekanlar sandalyelerini üst üste koymuş.
Biraz daha ilerlediğimizde tepeden Kumlu Plaj’ı görüyoruz. Yol kıvrımlı şekilde ilerlerken, içinde suyu olmayan büyük bir havuzun önünden geçiyoruz. Sonra da plaja varıyoruz. Gerçekten de küçük ahşap iskelesi ve geniş kumu ile burası insanı cezbediyor.
Ve artık bir noktada evler bitiyor. Tepelerdeki kayaların düşmesine tedbir olarak tel örgülerin gerildiğine şahit oluyoruz.
Bu noktada adanın arka tarafına doğru bir tepenin tırmanılması gerekiyor. Yavaş yavaş yürürken bir hurdalık ve yol çalışması ile karşılaşıyoruz. Burada böylesine büyük bir hurdalık olması ve inşaat alanı bize göre adanın güzelliğini gölgeliyor.
Buralarda gidilmesi güç, gizli saklı kıyılarda derme çatma küçük lokantalara rastlıyoruz. Ve içinde müşteriler de var. Keyif yapıyorlar. Yanlarından usulca geçip, uzaklaşıyoruz.
Yürüdükçe evlerin katları ikiye düşüyor. Burası arazi olarak bir yapı yapmak konusunda çok zorluyor olmalı. Evlerin tipik özellikleri burada değişiyor.
Yolda küçük ağaçlar ve kırık dökük tabelalar bize eşlik ediyor. Bu yok sık kullanılmıyor ya da mevsim sonu olduğu için ıssız sayılabilir.
Artık bu noktadan en tepeye doğru çetin bir yokuş tırmanmaya başlıyoruz. Yanımızdan merkezden kiraladıkları bisikletlerle gençler geçiyor. Herkesin keyfi yerinde. Bu manzara bizim de hoşumuza gidiyor.
Tam tepeye tırmandığımızda susuzluktan damağımızın kuruduğunu hissediyoruz. Orada bulunan evde oturanlardan tam bu noktada ne kadar çok su istenmiş olmalı ki evlerini kafeye çevirdiklerini görüyoruz.
En tepede durup manzarayı seyrediyoruz. Manzara doyumsuz güzel ama kötü bir yanı var. Karşıdan gördüğümüz İstanbul resminin içinde hiç yeşil yok, her yer beton beyazı.
Sonra aşağıya doğru iniyoruz. Bizim için yürüyüşün en keyifli yeri bu yokuşun bittiği yer oluyor. Şimdi adanın diğer tarafındayız.
Bu tarafta ahşap evlerin de bulunması eski yerleşim yeri olduğunun ipuçlarını veriyor.
Evler yeniden 3-4 katlı oluveriyor. Binalar çok bakımlı ve mimari olarak hepsi diğerinden farklı.
Yolun iki tarafında da binalar var. Binalar tipik ada evlerinde olduğu gibi bahçe içinde. Bahçeler bakımlı.
Çiçekler ve yeşil alanlar daha çok. Balkonlar çok büyük. Yol boyunca gördüğümüz ağaçlar daha heybetli.
Burada evler, bitki örtüsü ve her şey çok farklı. Birdenbire lüks bir semte gelmiş gibi hissediyoruz.
Bazı kapılarda kapı numaraları iki tane. Birini belediye takmış. Diğerini ise bunu tek başına yeterli görmeyerek evlerini çok seven ev sahipleri. Böyle yapmış birkaç binanın önünden gülümseyerek geçiyoruz.
Burada oturan ada sakinleri denize bu kıyıdan girerler diye düşünüyoruz. Ve ne kadar şanslı oldukları da aklımıza geliyor.
Sezon bitti ve etrafta rahatsız olacaklar yoktur düşüncesi ile bir ev müziğin sesini sonuna kadar açmış, bir Yunan ezgisi sokakları kaplamış, biz sokakta müziğin eşliğinde ilerliyoruz, bu da gezimize bir tat katıyor.
Şimdi artık adayı çepeçevre dolaşmış bulunuyoruz. Yol bizi merkeze getirdi. O kadar efor sarf ettikten sonra vapurumuza binip geri dönmeden önce keyifli bir yemek yeme vakti geldi.
Üzerine de tabii ki bir dondurmayı hak ettik. Onu da mevsime aldırmadan önünde kuyruk olan merkezdeki tek dondurmacıdan yiyeceğiz.
Evlerin aralarından denize çıkan yollardan giriyoruz. Kayalıklı sahilden pırıl pırıl ışıldayan denize oralardan bakıyoruz.
Etrafta farklı objeler dikkatimizi çekiyor. Bu çok eskiden kalma modelin ayakta olduğunu hele hele hala kullanılıyor olduğunu görmek bizi şaşırtıyor.
Merkezin kayık limanı da sanki bütün bir sezon çok yorulan kayıkları durgun suda dinlendiriyor gibi.
Adanın ortasında, sahilinden içeriye doğru girildiğinde başka bir dünya var. Lokantalar, çay bahçeleri burada.
Mekanlar fenerlerle, çeşitli araçlarla çevrelenip, süslenmiş. İnsan buraya oturduğunda tüm yorgunluklarını atacağını düşünüyor ve gerçekten de öyle oluyor.
Yiyecekler taze. Deniz ürünleri makul fiyatlara satılıyor. Garsonlar dost canlısı. Biz fiyatları sordukça, porsiyonlarının büyük olduğunu söyleyip bazıları için “Size bir tabak verelim oradan ortak yersiniz.” diye teklif ediyorlar.
Başka bir mekandan genç bir garson, “Çayı bizde için bekleriz.” diye sesleniyor. Sanki rakip mekanlarda değil de iki akrabanın evinin bahçesinde oturuyor gibi hissediyorsunuz.
Burada İranlı turistleri görüyoruz. Bir hayli kalabalıklar. Masalara yayılmışlar, masaları bizden daha dolu ve onlar de hallerinden memnun görünüyorlar.
Çalan müzikler ise yola ilk çıktığımız gibi yine Yunan ezgileri. Ya da Rum müziği. Yani bildiklerimize benzemeyen ama adaya yakışır melodilerden oluşuyor.
Yemeğimizi yiyip, dondurmamızı da kuyruğa girip aldıktan sonra bir kahve içelim istiyoruz.
Önce meydandaki pastanelerden birine gitmek için oraya yöneliyoruz ama gözümüz birden vapur iskelesinin yanındaki çay bahçesine ilişiyor.
Taşlı kıyıya atılan masalarda oturmak her zaman keyif vermiştir.
Alileler, birbirinin fotoğrafını çeken arkadaşlar manzaranın güzelliğine güzellik katıyor.
Orada büyülü bir şey var sanki. Havanın yavaş yavaş kararmaya yüz tutmasının yaptığı ışık oyunları mı, yoksa sahile atılan masalarda oturanların iskeleye yanaşan vapura yakınlıkları mı diye düşünürken bu anları da fotoğraflıyoruz.
Tam o sırada bir yerli turist kafilesi beliriyor meydanda. Bursa’dan geldiğini duyduğumuz bu grup harıl harıl hediyelik eşya arıyor ve bulamıyorlar maalesef. Diğer tüm güzelliklerine rağmen adanın öte yandan “yaz bitti” diye içine kapanmış bir hali var çünkü.
Sonra bizim vapurumuz yanaşıyor iskeleye. Biniyoruz. Adaya vapurdan bir kez daha bakıyoruz. Bu kez geldiğimizdeki gibi değil bakışlarımız. Tanıdığımız, etrafında bir tur attığımız bir ada artık Kınalı bizim için.
Vapur ayrılırken güneş batmaya hazırlanıyor. Gökyüzü kızıla boyanıyor. Gökyüzünde martılar süzüle süzüle yol alıyor. Önce Kadıköy’e uğruyoruz sonra da Eminönü’ne varıyoruz.
Karar verdik yazın tekrar geleceğiz buraya. Denize girmek için noktalar belirledik. Oralardan suya atlayacağız.
Çünkü İstanbul’un tüm güzellikleri tekrar tekrar gezilmeli bizce.